29 Temmuz 2009 Çarşamba

Vişne Likörü / Vişne Şurubu Yapımı - 1



Geçen yıl Likör Olamayan Vişnelerim diye bir yazı yazmıştım. Sevgili Uçan Martı Gülden' de görüp yarım kilo vişne ile likör denemesi yapmıştım, sonunda likör yapmayıp şurup olarak tüketmiştik. Ama bu yıl fazla fazla yapmayı aklıma koymuştum. Bir kısmı yine küçük adam için şurup olacak, bir kısmı da geçen yıldan aklımda kalan likör yapımında kullanılacak.
Bu defa tadını çok iyi bildiğimden markette ne kadar vişne varsa hepsini (2,5 kg ) aldım, ama yarın ilk iş gidip gelmişse yine alacağım. Sırf bunun sebebine 2 gündür civarda ne kadar market varsa geziyoruz küçük beyle, ne hikmetse hiçbir yerde yok, varsa da ezik büzük. Sanırım geç kaldım mevsimini kaçırdım. Bugün de kavanoza yerleştirir yerleştirmez hemen burda paylaşayım istedim, olur da yapmak isteyen olursa vişne bulabilsin diye.
Bu likörü ya da şurubu yapmak biraz uzun bir vakit alacak 2 ay kadar, ama denemeye çekinenlere benden tam garanti. Sonunda beklediğinize pişman olmayacaksınız. Şimdilik yapmanız gereken sadece vişne bulabilmek. Gerisi şöyle;

1 kilo vişne
500gr tozşeker
10-12 adet karanfil
4-5 adet çubuk tarçın
1 su bardağı votka ya da kanyak ( likör yapacaklar için )
Yapılışı:
1. Vişnelerin saplarını ayıklayıp çekirdeklerini çıkarmadan yıkayın.
2. Büyükçe bir cam kavanoza bir sıra vişne bir sıra şeker olacak şekilde yerleştirin.
3. Kavanozun üzerine bir tarih etiketi koyun ve kavanozun ağzını sıkıca kapatın. Balkonunuzda ya da terasınızda güneş alan bir yerde 1 ay bekletin. Arada bir kavanozu sallayın ki dibine çöken şekerler iyice erisin.
4. İlk 1 ayın sonunda kavanozun kapağını açarak içine karanfilleri ve tarçın çubuklarını ekleyin ( tülbente sarılı olarak )
5. Kavanozu kapatıp 1 ay daha güneşte bekletin.
6. İkinci ayın sonunda kavanozu açıp güzelce süzün. Ve içine kanyak ya da votkasını ekleyip şişelere doldurun. ( Şurup olarak alkolsüz tüketecekseniz içine hiçbirşey katmadan buzdolabına kaldırın, içileceği zaman sulandırıp servis yapın )

Ben bugün ilk maddeyi uyguladım ve fotoğrafladım. Bir aksilik çıkmadığı taktirde 1 ay sonra kavanozu açıp ikinci maddeye geçeceğim. O zamanki halini de mutlaka paylaşırım burada.
Bu arada Cumartesi sabahı yine yollara düşüyoruz, 2 haftalığına Tekirdağ Kumbağ'a annemin yanına gidiyoruz küçük adamımla. Orda sürekli internet erişimim yok ama fırsat buldukça bloguma tarif eklemeye çalışacağım.

24.08.2009 itibariyle ekleme: Maalesef 2 haftalık Tekirdağ tatilimiz dönüşünde vişnelerimin üzerinin küflenmiş olduğunu ve keskin bir koku yaydıklarını gördüm. Çok büyük hayal kırıklığı ile dökmek zorunda kaldım. Bu yıl da likör yapamadım, seneye Allah kerim.

26 Temmuz 2009 Pazar

Kız Kardeşim İçin / TuzBİBER Ağustos 2009 sayısı

TuzBİBER dergisi Ağustos 2009 sayısı hazır, bu sayıda okuduğum bir kitaptan bahsettim.
Dergide çok güzel tarifler var yine bu sayıda, mutlaka bir göz atın ve '' Hayat Bahçesi '' ni de okumadan geçmeyin.
Dergiyi ve birbirinden güzel tarifleri okumak için buyrun burdan .
KIZ KARDEŞİM İÇİN

Dünyaya niye geldiğinizi, getirildiğinizi hiç sorguladınız mı? Bir aşk çocuğu mu yoksa bir kaza sonucu mu olduğunuzu? Ya da şöyle sorayım eğer bir aşk sonucu değil de bir mecburiyetten dünyaya getirildiğinizi bilseydiniz tavrınız ne olurdu? Yine de ailenizi sorgusuz sever, benimser miydiniz yoksa o ailenin bir ferdi olarak görmez miydiniz kendinizi? Çok istenen bir bebek olmak ile kardeşinin hayatını kurtarabilmek için dünyaya getirilen bir bebek olmak arasında ne fark vardır? Biri diğerinden daha mı az sevilir, ya da biri diğerinden daha mı az evlattır? Eğer çocuğunuzun kanser olduğunu ve son çarenin onunla doku uyumuna sahip bir kardeşi olması gerektiğini öğrenseniz siz ne yapardınız? Ya da böyle bir hastalığı olan kardeşinizin tedavisi için dünyaya getirildiğinizi öğrenseniz ne düşünürdünüz? Kanınızın son damlasına kadar onun iyileşmesi için kendinizi sorumlu mu hissederdiniz yoksa bir birey olarak kendi haklarınızın da olduğunu sorgular mıydınız? .....

Tüm bu soruları ve çok daha fazlasını bu kitabı okurken sordum kendime. Kız Kardeşim İçin, doğumgünü hediyesi olarak kızkardeşime aldığım bir kitaptı aslında ama baktım ki o okumaya başlamamış ben el koydum hemen. Uzun zamandır okuduğum en çarpıcı ve beni çok derinden etkileyen bu kitabı bitireli çok oldu ama konunun işlenişi, verilen duygular ve hiç beklemediğim sonuyla beni uzun süredir düşündürüyor. İstedim ki derginin bu sayısında da biraz kitaptan bahsedeyim, benim hayat bahçemde her zaman yanıbaşımda olan. Yemek kadar içmek kadar hayatımda vazgeçilmez olan okumak.

Kate lösemi hastası bir kız, henüz ufak bir çocukken hastalığı ortaya çıkıyor. Çeşitli tedavilerin ardından doktorların salık vermesiyle ailesine en uygun tedavinin onunla mükemmel doku uyumuna sahip birinden ilik nakli yapılması olduğu söyleniyor. Ve bu mükemmel doku uyumlu kişi hali hazırda hayatta olan erkek kardeşi Jesse de olamayınca anne Sara ve baba Brian' a tek çare öneriliyor: Kate ile mükemmel uyumlu dokulara sahip yeni bir bebek yapmak. Öyle ki bu bebek labarotuvar ortamında döllenip annenin rahmine yerleştiriliyor ve sabırsızlıkla bekleniyor doğması. Ve Anna doğar doğmaz da hayatının ilk özverisi ile kordonundaki kan ile ablasına hayat veriyor. Yapılan ilik nakli Kate ve aileyi uzunca süre rahatlatıyor ancak hastalık nüksetmeye başlayınca aile soluğu her defasında bir kucakta Kate bir kucakta Anna hastanede alıyor. Anna küçük bir kız, yapılan iğnelerden, kan alma işlemlerinden her çocuk gibi korkuyor. Elbette ablasının yaşadıkları yanında bunlar öylesine ufak korkular, öylesine dayanılması kolay acılar ki hep gözardı ediliyor. Ne Sara ne de Brian görmüyor bir kızlarına hayat vermek için canlarını dişlerine takmış gayret ederken diğer kızlarının neler yaşadığını, onun da bir çocuk olduğunu unutup taşıyabileceğinden fazla yükü omuzlarına yüklerken. Anna ise sanki hayattaki tek gayesi ablasını iyi etmekmiş gibi ne çocukluğunu yaşabiliyor dilediğince ne de kendi olabiliyor. Ta ki gün gelip de tüm ailenin hayatını sarsacak o kararı verene kadar. Tüm tedavi, hastane, Kate üçgeninde yaşanan bir hayatı sorguluyor ve '' ben bu hayatın neresindeyim, kimim, niye kendi vücudumu benden izinsiz kullanıyorlar?'' diye düşünüp ailesine karşı dava açıyor, tıbbi azad davası. Yani tıbbi olarak kendi izni olmaksızın vücudunun herhangi bir parçasının ya kanının kullanılmasını engellemek için bir dava. Daha da açıkcası hayatı, nefes alması onun bu kararıyla son bulabilecek ablasını ölüme gönderebilecek bir dava. Niye böyle bir karar veriyor peki, sevmiyor mu ablasını? Hayır seviyor hem de çok ama bu kendini ailesine bir birey olarak farkettirmek için yaptığı bir hareket. Onu ve erkek kardeşi Jesse'yi yok sayarak sadece Kate üzerine odaklanan ailesine bir tepki sadece; biz de varız, biz de sizin çocuklarınızız ve ben artık kendi vücudumu kullandırmak istemiyorum, demenin en çarpıcı yolu. Öyle ki anne ve baba başta inanamıyorlar böyle birşeye, nasıl olur Anna olmazsa Kate olmaz ki diye ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Anna' ya karşı tavır alıyorlar ve böylesi cesur bir kararı veren Anna aynı çatı altında ailesiyle yaşayamayacağını anlayıp evden ayırılıyor. Çok zorlu bir dava süreci, bu esnada Kate' in hastalığının çok güç bir dönemece girmesi, ailenin her ferdinin farklı düşünceleri yüzünden birbirleriyle çatışmaları, hatta sakladıkları yönleriyle yüzleşmeleri ve hayatın tek savaşının hastalıkla olmadığı gerçeğinin farkına varmaları. Hastane ve Kate dışında tamamen kendi hallerine terkedilmiş, yaptıkları çok fazla sorgulanmayan, çünkü yapılacak çok daha elzem işler vardır hep, Kate iyi olsun da gerisi nasılsa hallolur diye düşünmenin ödenmesi çok ağır faturası.
Dava sonunda alınan karar çok şaşırtıcı olmasa da aslında hayatta kazandığımız bazı şeylerin gerçekten kazanılmış olup olmadığını düşündürtüyor bize. Çok engebeli bir yoldan sonra varılan düzlük bizi ne kadar mutlu edecektir ya da o düzlüğe varılınca herşey dilediğimiz gibi mi olacaktır, hiç bilemediğimiz bir muamma.
Ne için çabaladığımızı ve hayatın bize nasıl sürprizler hazırladığını bilmiyor oluşumuz içimi acıttı benim. Yaşarken belki hiç farkına varmadığımız, belki hiç aklımıza bile gelmeyen şeyler oysa ki ne kadar yakınımızda. Kader denilen şey ne kadar da bizim planladığımızın dışında ve farklı. Hayat işte bu, bizim ondan beklediğimizi ya da kazandığımız şeyin keyfini sürmemizi beklemiyor; kendi çarkını döndürüp bizi de içine katıveriyor sorgusuz sualsiz.

En başta sorduğum tüm o soruları hala kendime soruyorum, hem bir evlat olarak hem de bir anne olarak. Ne doğru cevabı bulabiliyorum ne de bu soruların doğru cevaplarını bilen olduğunu sanıyorum. Tek bildiğim anne olmak dünyadaki en zor görev, en sınırları belirsiz uçsuz buçaksız deniz. Ve henüz tek çocuk annesi olsam da emin olduğum, bir değil on tane de olsalar hiç farketmez. Ve bildiğim bir şey daha var ki sadece çocuklar öyle olduğunu sanıyorlar, oysa annelerin yüreğinde her birine ayrı kocaman yerler var. Hepsinin sevgisini taşıyacak kadar geniş bir yürekleri.

Eğer siz de bugünlerde ne okusam diye düşünüyorsanız işte size elinizden düşürmeyeceğiniz bir kitap. Biraz içinizi burkabilir kabul, ancak hayat sadece aşk meşk muhabbet değil. Herkese sağlıklı, mutlu bir Ağustos ayı diliyorum. Unutmayın tercihlerimiz bizi anlatır.

24 Temmuz 2009 Cuma

Kabak Sefası

Kabak bizim evin en sevilen sebzesi dersem yalan olmaz sanırım. Ya da en çok pişirilen mi demeliyim. Küçük adamın naz yapmadan, bana kırk takla attırmadan yediği yegane sebzedir kabak. Ama bu şekliyle hiç pişirmemiştim daha önceden. Ne zamanki Aslı' da gördüm hiç vakit kaybetmeden denedim. Küçük beye yedirmedim bundan ama büyük adam ve ben sonuçtan çok memnun kaldık. Zaten üzerine beşamel sos dökülüp de yenmeyecek şey tanımıyorum ben. Neyin üzerine ekleseniz yediriyor. Ben fikri Aslı' dan aldım ama onun tarifini birebir uygulamadım ben.

Malzemeler:
3 adet kabak
200 gr kıyma
1 adet domates
1 adet soğan
tuz, karabiber
2 yemek kaşığı tereyağı
2 yemek kaşığı un
yeteri kadar süt
rendelenmiş kaşar peyniri
muskat cevizi rendesi
Yapılışı:
1. Öncelikle kabakları uzunlamasına ortadan ikiye bölüp içlerini oyun ve sıcak suda çok yumuşamayacak şekilde haşlayın.
2. Kabakları kenara alıp iç harcı için soğanları az yağda kavurup içine kıyma ve domatesi de ekleyip kavurun. Tuzunu ve karabiberini katın.
3. Kabakları fırın kabına alıp içlerini kıymalı harçla doldurun.
4. Beşamel sos için erittiğiniz tereyağına unu ekleyip unun kokusu çıkana kadar kavurun.
5. Sütü yavaş yavaş ekleyip kıvamlı bir sos hazırlayın. İçine tuzunu ve biraz muskat cevizi rendesini de ekleyip ocaktan alın.
6. Beşamel sosu kabakların üzerine paylaştırın ve önceden ısıtılmış 170 derece fırında üzeri kızarıncaya kadar pişirin.
7. Fırından çıkarmadan önce üzerine rendelenmiş kaşarları da ekleyip birkaç dakika sonra fırından alın.
8. Sıcak olarak servis yapın.

Afiyet olsun

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Ev Yapımı Limonata


Gökçeada' dan döner dönmez ayağımızın tozuyla Şile' ye gittik. Babaannesi ve dedesi küçük adamı çok özlemişler, birkaç gün de orada keyiflenelim dedik. İyi de etmişiz, tatilde giremediğim kadar denize de girdim Şile' de. Küçük adam da doya doya kumsalda oynayıp babaannesi ile olmanın keyfini çıkardı. Dün evimize ve düzenimize geri döndük. Tüm gün bahçede dolanıp, Marki 'nin peşinden koşarak eğlenen küçük adam için eve kapanmak biraz zor oldu ama çok uzun sürmeyecek. Ağustos ayının ilk 3 haftasını da yine geçen yaz yaptığımız gibi Tekirdağ Kumbağ' da anneannesiyle geçireceğiz. Hem erkek kardeşimin nişanı var hem de Ramazan öncesi enerji depolayacağız. Veee şimdi de tarifte sıra.

Aslında bu tarifi daha önceden blogu ilk açtığım zamanlarda vermiştim ama tekrar vermek istedim. O zaman bunu büyük adam seviyor diye yapmıştım. Onun her anlamda taklidi olarak büyüyen küçük adam da tam bir badede ( yani Tuğra dilinde limonata ) aşığı olunca bu defa onun için yapıldı. Son zamanlarda hepimizin evine girdiğinden emin olduğum bu hazır limonatalar var ya inanın versem koca şişeyi bir seferde içecek. O kadar seviyor yani. Ben de evde kendim yapıyım da bari katkısız olanını içsin istedim. Biraz şekerini az tuttuğumdan pek de ağız tadına uymadı onun ama bence inanılmaz ferahlatıcı oldu. Bu sıcak yaz günlerinde yapın atın buzdolabına, gelen giden içsin serin serin.



Malzemeler:

3-4 adet limon
150-200 gr tozşeker
1,5 lt su
birkaç taze nane yaprağı


Yapılışı:
1.Limonları güzelce yıkayıp kabukları ile birlikte mutfak robotuna atın ve iyice ufak parçalar haline gelene kadar çekin.
2.Üzerine şekeri ve nane yapraklarını da ekleyip bir süre daha karıştırın
3.Bu karışımı derin bir saklama kabına alıp içine 1 lt suyu da ekleyip şeker iyice eriyene kadar karıştırın.
4.Karışımı buzdolabında mümkünse bir gece bekletin.
5.Ertesi gün ince bir süzgeç ile süzün ve içine 1/2 lt daha su ekleyin

Afiyet olsun.

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Gökçeada İzlenimlerim

Bu yılki tatil rotamızın Gökçeada olmasına geçen yaz Bozcaada tatilimizde karar vermiştik. Bozcaada' yı çok sevip beğenince kardeşi Gökçeada' yı da tanıyalım istemiştik. Gittik ve tanıdık. Benim şahsi fikrim Bozcaada kadar olmasa da gidilip görülmeye değer bir ada, farklı renkleri, kültürü, temiz havası ve denizi ile fazlasıyla tatmin edici bir tatil yöresi. Hatta bu mevsimde Bozcaada' nın inanılmaz kalabalık olacağını da düşünürsek Gökçeada kesinlikle daha avantajlı çünkü henüz tam olarak turizmi fazlasıyla gelişmemiş. Bir de ben geçen yıl Bozcaada' da denizin soğukluğundan doya doya giremediğim için Gökçeada' nın suyunun çok daha sıcak hatta bazı koylarda fazla sıcak olduğunu söylemem gerek.

Biz Tekirdağ, Keşan Gelibolu, Eceabat istikametinde ilerleyerek Kabatepe Limanından yaklaşık 2 saat süren bir feribot ile adaya ulaştık. 2 saat elbette çok uzun, bir süredir 1 saatl süreli yeni feribotlar da sefere başlamış ama şansımıza biz giderken de dönerken de 2 saatlik olan eski feribota denk geldik. Martıları seyrede seyrede gidip geldik işte.




Adada birkaç otel dışında pansiyonlar da var kalınabilecek ama otel sayısı bence yetersiz. Biz tercihimizi büyük ve kalabalık bir oteldense bize daha özel hizmet sunulacağına inandığımız ve sakin olacak butik bir otelden yana kullandık. Öyle yapmakla iyi de yaptık sanırım. Adanın en eski yerleşim yerlerinden biri olan Zeytinliköy' deki Zeytindalı Hotel' de kaldık. Otel aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş 2 taş Rum evinden ve bir villadan oluşuyor. Aşağıdaki fotoğraf otelin web sayfasından ve aynı zamanda bizim kaldığımız oda.




Önünde kendine ait minik bir bahçesi bile vardı. Gündüzleri tüm şımarıklığı ve edepsizliği ile babası ve bana nefes aldırmayan küçük adamı uyuttuktan sonra nefes aldığımız yer. Bundan sonraki tatilimizi eğer küçük adam olmadan yaparsak kesin sebebi bu tatili bize zehir etmesidir ( büyüdüğünde bunları okusun da utansın umarım ). Aşağıdaki fotoğraf da yine onu uyuttuktan sonra minik bahçemizdeki ufak kaçamağın sabaha kalan görüntüsüdür. Bu arada sigara içmiyoruz eşim de ben de ama şarabın yanında birer tane keyif sigarası tüttürüp efkar dağıttık.
Bizim otelimizin de bulunduğu Zeytinliköy adanın en işlek köylerinden biri hem merkeze yakınlığı ile hem de meşhur kahveleri sayesinde. Gökçeada' nın meşhur dibek kahvesini içip sakızlı muhallebi yiyebileceğiniz tüm kahveler bu köyde. Dolayısıyla adaya gelip de burada kahve içmeden dönen yoktur herhalde. Gökçeda ' nın dibek kahvesi ile anılmasını sağlayan Madam' ın Yeri bu kahvelerin en meşhuru. Ben de lokum eşliğinde ikram edilen kahvemi yudumlamayı ihmal etmedim elbette. Dibek kahvesi üstün nitelikli kahve çekirdeğinin özel yöntemlerle kavrularak aroma kazandırılmasından sonra taş dibekte öğütülmesiyle oluşturuluyor ve mangal ateşinde bakır cezve ile pişiriliyor. Madam' ın Yeri' nin dışında Panayot Usta' nın Yeri de uğradığımız diğer kahve idi. Tuğra bey Madam Amirsa 'nın kendi elleriyle yaptığı krem karamelleri ve pudingleri yemeye doyamadı. Öyle ki Madam bile küçük beye puding yetiştiremedi. Elinde sürekli muhallebi ve puding dolu tepsileri otelin önünden kahveye taşırken anımsayacağım onu.
Yukardaki fotoğraftaki sakızlı muhallebiyi ise bir başka mekanda Beşiktaşlı Barba Hristo' nun yerinde yedik. Küçük adam Barba Hristo ile oldukça iyi muhabbet kurdu ve '' dede'' diye diye yanından ayrılmadı. Minik bir Fenerli olarak Beşiktaşlı eski bir futbolcuyla bayağı bir oynaştı.
Günün ve gecenin her saati kahve içmeye gelenlerle dolu olan bu kahvelerin yanısıra Zeytinliköy ayrıca Ortodoks Hristiyanların da ruhani lideri 1. Bartholomeos' un doğduğu köy.Yılda birkaç defa doğduğu evi ziyaret ediyormuş. Otel işletmecisi Nurten Hanımın dediğine göre Barba Hristo' nun hemen karşısındaki evde doğmuş.




Yine otelimizin yakın çevresinde bulunan bir başka cafede de adanın başka lezzetlerini tatma fırsatımız oldu ; Rum mutfağına özgü vişinada ve cicirya. Vişinada bildiğimiz vişne suyu aslında; Cicirya da yine Rum mutfağından bir tür pizza, özel hamuru üzerine keçi peyniri, nane, kekik ve sütten oluşan harç konulup pişiriliyor. Bunlar öyle çok da fazla özelliği olan şeyler değilidi ama madem ki oraya özgü şeyler denememek olmazdı.


Blog yazdığımdan ötürü sanırım her yediğimizi içtiğimizi fotoğraflamışım. Bu defa küçük adamın ve kendi fotoğraflarımızdan daha fazla yiyecek fotoğrafıyla döndük tatilden. Tatilde de olsak işimizi unutmadık yani:)







Gidilen yer ada olunca balık yemeden dönmek olmazdı elbette. Bir akşam otelde yediğimiz menü hem beni hem de büyük adamı oldukça tatmin etti. Otelin menüsü çok lezzetli Rum ve Türk mezelerinden oluşuyor. Genelde akşamları adanın merkezinde yemek yediysek de otelin de bu anlamda hakkını yememek gerek, oldukça iyi bir ustanın elinden enfes lezzetler sundular bizlere.




Bu börek deniz mahsülleri böreği; zaten adını okur okumaz inanılmaz merak ettim. Şimdiye kadar hiç tatmadığım bir lezzetti ama inanın tadı damağımda kaldı. Bu kesinlikle benim ağız tadıma uymayan şey ise Balık Turşusu; '' denizden babam çıksa yerim '' mantığındaki büyük adamın seçimidir ve asla bana hitap etmedi.


Vee işte tam benlik bir meze; Girit mezesi. Yeşil zeytinler, peynir, baharat ve bol zeytinyağı ile enfes bir mezeydi. Bir ara evde de denemek istiyorum ama aynı tadı yakalayabilir miyim em,n değilim.

Yine benim deniz mahsülleri içinde en sevdiğim şeylerden biri de bu ahtapot salatası. Bu defa biraz daha farklı bir sunumu vardı ama hiç de fena değildi.




Bu arada ana yemek ise Kılıç Rosto idi, ancak yemek hazır olduğunda günün son ışıkları da sönmüş olduğundan burada paylaşamıyorum. Fakat ilk defa denediğim kılıç balığını çok beğendim, tüm bu mezelerle tıka basa doymuş olsam da yanında garnitür olarak sunulmuş harika bulgur pilavı ile beraber son lokmasına kadar yedim. Biraz balık tadından daha çok tavuk lezzeti vardı balıkta ve çok hafifti.


Bu da otelin ilginç menüsü. Benim çok hoşuma gitti, alışılagelmiş bir tarz olmadığı için de paylaşayım istedim. Otel işletmecisi Nurten Hanım, çalışan arkadaşlar Yaşar ve Nuri Bey ve Sevgili Bahar bizlere çok sıcak davrandılar. Evimizdeymişiz gibi rahat ettirdiler bizi. Her birine ve tanışamadığımız tüm otel personeline ayrı ayrı teşekkür ediyorum buradan da.








Tüm bunların dışında da fotoğraflarını çekemediğim bir sürü lezzet tattık. Ama içlerinden Gökçeadalı Çakır' ın Yeri ve Gülhanım Mantı Evi özellikle adına anmak istediklerim. Özellikle Çakır' ın kendi elleriyle pişirdiği balıklar ve mezeler çok başarılı. Ben balık yerine kendilerine özel bir köfte yedim, eti oldukça lezzetliydi. Burda bahsedilmesi gereken bir başka nokta da adanın asi koyun ve keçileri. Adadaki tüm koyun ve keçiler başıboş geziyorlar doğada. Diledikleri gibi otluyorlar ve gittiğiniz her yerdeler. Zeytin ağaçlarına zarar vermeleri pahasına böylesi geleneksel bir yöntemi terketmemiş köylüler. Doğada özellikle bol kekikle beslenen bu hayvanlar Haziran ayında toplanmaya başlanırmış, yünleri kırpılıp kesilecek olanlar kesilir geri kalanlar tekrar serbest bırakılırmış. Böylesi özgür ruhlu koyuncukların etleri de elbette inanılmaz lezzetli oluyor.

Hani derler ya '' Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat '' diye; bende tam tersi oldu. Önce yediğimi içtiğimi anlattım, şimdi biraz da gezip gördüklerimizi anlatayım bari. Bizim rehberimiz olan büyük adam her gün farklı bir koya götürdü bizi elinde adanın haritası. Ada bu anlamda da çok zengin çünkü, her biri birbirinden güzel çokça koy var. Rüzgarın esiş yönüne göre dilediğiniz koyda denize girmek mümkün. Deniz dediğim gibi oldukça güzel, asla üşütüp titretmiyor insanı. Hatta kimi koylar da fazlasıyla sıcak bile geldi bize.




Küçük bey içinse d henüz deniz demek taş atmak demek sadece. Şu meşhur Gece Bahçesi' ndeki Maka Paka karakterinin taşlarına benzetti taşları ve sürekli taş attı suya. Suyun fazla serin olmadığı koylarda da suyun içine dalıp çıkıp gönlünce eğlendi. Zaten tatil boyunca huyzuzluk etmeyip canımızı sıkmadığı tek yer de yine kumsal oldu. Ne de olsa Yengeç.






Özellikle sörf yapmak isteyenler için ideal bir plaj olan Aydıncık Plajı ; adanın denize girilebilecek en kuytu ve bakir kalmış koylarından biri olan Laz Koyu; uzun bir yolun ardından ulaşabileceğiniz ve buna değecek güzellikteki Gizli Liman ( adı gibi pek gizli kalmamış, oldukça kalabalıktı ama asla rahatsız edecek derecede değil öyle güney sahilleri gibi, sadece adaya göre biraz kalabalıktı ); yine kayalara monte edilmiş demir merdivenlerden havuza girer gibi denize girebileceğiniz, Gökçeada Sualtı Milli Parkı sınırları içindeki Yıldızkoy var. Burada deniz ilk gittiğimiz gün harikaydı ancak dönmeden önceki gün kısa süreliğine gittiğimizde inanılmaz kirliydi. Gittiğimiz bir diğer plaj da Kuzulimanı idi.



Bizim gezdiğimiz bu koylar dışında gidemediğimiz birkaç tane daha vardı ki vaktimiz yetmedi. Daha çok sörfçülerin tercih ettiği Kefaloz Koyu; diğer bir ufak koy olan Marmaros Koyu; Kapıkaya; Yuvalı Plajı da görülmesi gerekenler arasında. Aslında ada yüzölçümü olarak oldukça büyük bir ada olduğu için gezip görülecek çok fazla yer var, 5 güne maalesef sığdıramadık biz. Artık bir daha yolumuz düşerse oralara telafi ederiz.
Kısacası daha önceden Bozcaada yazımda da dediğim gibi tatil anlayışınız eğer curcuna, gece eğlence mekanları falan olan kalabalık yerler ise gitmeyin Gökçeada' ya. Yok denize girmek, kafa dinlemek, biraz etrafı gezmek farklı insanlar tanıyıp huzur bulmaksa tam size göre bir mekan.

2 Temmuz 2009 Perşembe

Çilekli Rulo Pasta

Çilek zamanı geçmeden vereyim bari tarifi de bir işe yarasın. Leziz Dergisi' nde yayınlanan tariflerimden biri bu rulo pasta. Hayatımda hiç rulo pasta yapmamışken İnci Hanım' ın '' bir de rulo pasta olsun mevsim meyveli'' demesi üzerine bana basan telaşı şimdi bile hissedebiliyorum. Onlarca farklı tarif okuduktan ve teyzemin asırlık (!!)tarifinde karar kıldıktan sonra tam dördüncü denemede bu rulo pasta işini başardım dersem sanırım çok da abartmış olmam. Belki bunu söylememem gerekti ama napıyım yani ben pastacı olacak insan değilim. En azından şimdilik kendimi öyle hissetmiyorum.  Yine de sonucun bu kadar güzel olduğunu görünce kendimle gurur da duydum itiraf ediyorum. Sanırım arada sırada bu pastacılık mevzuuna biraz eğilsem iyi olacak.

Malzemeler:
Pandispanyası için
4 adet yumurta
1 su bardağı toz şeker
1 su bardağı un
1/4 su bardağı nişasta
1 paket vanilya
1 çay kaşığı limon suyu
1/2 çay bardağı sıcak su
Muhallebisi için
1/2 lt süt
3,5 çorba kaşığı toz şeker
3 çorba kaşığı un
125 gr margarin

süslemek için
taze çilek
taze nane yaprakları

Yapılışı:
1.Pandispanya hamurunu hazırlamak için tüm malzemeleri derin bir kapta mikserle karıştırın.
2.Hazırladığınız karışımı yağlı kağıt serilmiş fırın tepsisine ince bir tabaka halinde yayın.
3.Önceden ısıtılmış 170 derece fırında fazla kızarmasını beklemeden pişirin.
4.Pişen keki nemli bir bezin üzerine aktarın. Bezin her 2 tarafından dikkatli bir şekilde tutup rulo haline getirin ve bekletin.
5.Diğer tarafta muhallebisi için sütü, toz şekeri ve unu kısık ateşte sürekli karıştırmak suretiyle pişirin.
6.Ocaktan almaya birkaç dakika kala içine margarini ekleyin ve bir taşım daha kaynatıp ocaktan alın.
7.Mikserle pütürsüz bir kıvam elde edinceye kadar karıştırın.
8.Rulo şeklinde sardığınız pandispanyayı tekrar açın ve soğumuş muhallebiden ince bir tabaka halinde sürün.
9.Bir kat katlayıp dilimlenmiş çilekleri yerleştirin ve dikkatli şekilde rulo yapıp kat yerini alta getirin.
10.Üzerine kalana muhallebiyi spatula yardımıyla sıvayın.
11.Buzdolabında birkaç saat beklettikten sonra isteğe göre dilimlenmiş çilek ve nane yapraklarıyla süsleyip servis yapın.
Afiyet olsun.
Not: Cumartesi sabahı erkenden Gökçeada' ya doğru yola çıkıyoruz. Geçen yılki Bozcaada tatilinden beri aklımızda olan bir yerdi Gökçeada. Umarım bol fotoğraf ve anlatılacak dolu hikaye ile geri dönerim. 1 hafta boyunca yorumlarınızı onaylayamayacağım ama siz yine de beni yorumsuz bırakmayın.